2 Aralık 2011 Cuma

Kader Kısmet

"Bugün bir deste piyango biletinin arasından birisini çektim ve ücretini ödedim. Bilete bir göz attım; birbirini tekrarlayan numaralar oldukça fazla. Bu numaralara hayatta çıkmaz diye düşündüm, değiştirmek istedim, bileti uzatarak, "Numaralar saçma, değişterelim" dedim piyangocuya. "Kısmetini kırma" diye kesin konuştu piyangocu, "Kısmetini kırarsan olmaz, belki bu rakamlara çıkacak" diye sözünü tamamladı. Kırmadım/tepmedim kısmetimi, bileti alıp uzaklaştım.
İş yerime doğru yürürken kısmet kavramı üzerine düşündüm. Neydi kısmet dedikleri? Ne çok deyim vardı içinde kısmet sözcüğünü barındıran: Kısmetten ötesi yok, kısmeti açık, kısmeti kapalı/bağlı, kısmetse olur... Sanırım evlilik söz konusu olduğunda kısmet sözcüğü temel söz...
Kısmet, "daha belli değil, olabilir de olmayabilir de" anlamına geliyor halk arasında yaygın olan kullanımına baktığımızda. Teolojik açıdan baktığımızda ise kader kavramıyla neredeyse özdeş bir anlamı var. Kısmetimizi de kendimiz çizebilir miyiz?
Önümüzdeki yıla her yılkinden farklı beklentiler ve umutlarla giriyorum. Köklü değişikler yapmak istiyorum hayatımda ki bunun sinyalleri var. Benim için dua ederseniz sevinirim. Ha isteklerimin hiçbiri gerçekleşmedi diyelim, dert etmem, "kısmet değilmiş"derim, bu kadar basit..."

9 Kasım 2011 Çarşamba

Uzun Zamandan Sonra

Kurban bayramının son günü. Bayram süresince evdeydim. Öyle aile ziyaretlerine falan pek yüz vermedim. Okumak istediğim kitaplar vardı, onlar çıktı aradan. Dinlendim, neredeyse altı aydır doğru düzgün tatil yapamamıştım.
Evet uzun zamandır yazmıyorum, elim klavyeye gidiyor, ancak, "kimseyi dertlerimle, ruhsal sıkıntılarımla meşgul etmeye hakkım yok" diye düşünerek erteliyorum yazmayı. Sonrasında ertelenmiş yazıyı dönüp yazamıyorum, o sırada yazdım yazdım, yazmadım uçup gidiveriyor.
Doğrusu düzenli bir yaşantım var; -koşa koşa gitmesem de- bir işim, hareketli bir sosyal yaşantım ve değerli arkadaşlarım... Az sayıda arkadaşım var ama tümü de nitelikli kişilerdir, önemli olan da bu değil mi?
Amerika'dan(Şikago) kuzenim geldi önceki hafta, çok uzun yıllardan sonra. Bir de kızı var, bilmem ne hıghschoola gidiyormuş. Doğru düzgün iki cümle konuşamadık, ingilizce düşünüyor, ingilizce konuşuyor, Türkçe çat pat... Üzüldüm. Amerika'da doğan Türkler asimile oluyorsa...
29 Ekim törenlerinin iptal edilmesi canımı sıktı; 29 Ekim sayesinde bugün iktidara gelebilenler, 29 Ekime karşılar...
Birkaç hafta önce tiyatroya gittim. Oyundan önce çay istedim, kantinde görevli kızdan. Parasını verdim. Kız, "bozuk paranız yok mu, bunu bozamam" dedi. "Maalesef" dedim. "Öyleyse çay benden olsun" dedi. "Hayır" dedim, "Borçlu kalmak istemem size." Ardından "Karşılığında bir iltifat etmek istiyorum" diye ekledim ve birkaç güzel söz söyledim kıza. "İsterseniz bir çay daha ikram edebilirim" dedi sonrasında...
Uzun zamandan sonra bir iki cümle yazayım dedim, aklıma gelenleri sıraladım.

26 Ağustos 2011 Cuma

ERKEK DEDİĞİN...

Önceki gün nostaljik bir Tunalı Hilmi gezintisi ve alışverişin ardından, biraz soluklanmak için Kuğulu Park'ta bir banka oturdum. Yanımdaki bankta da iki bayan oturuyor; ister istemez kulak misafiri oldum sohbetlerine:
Otuzlu yaşlarda, hafiften şehla gözlü olanı diğerine söz hakkı tanımaksızın konuşuyordu, "Erkek konusunda mükemmeliyetçi olacaksın. Mükemmel olduğuna karar verdiğin erkekle evleneceksin. Bak, ben acele karar verdim, geldiğim noktayı görüyorsun."
Genç bayanın anlatım biçimi ve söz ettikleri ilgimi çekmişti, dinlemeye devam ettim: "Erkek dediğin sorumluluğunu bilecek; beş aylık hamileyim, çocuğumun cinsiyetini öğrenmeye, hastaneye tek başıma gidiyorum, hem de otobüsle. Götürsene araban var, neymiş, arkadaşı askere gidiyormuş da onu uğurlayacaklarmış."
Yirmili yaşlarda, üniversite öğrencisi görünümlü genç kız birşey söyleyecek oldu, beriki fırsat vermedi, "Erkek dediğin güven vermeli, tutarlı olmalı. Benimki akşamları çok sık dışarı çıkardı, dönüş saati belirsiz... Arkadaşlarımla buluştum, kahveye gittik, maç izledik falan derdi, derdi ama bilmiyorum."
"Erkek dediğin çok konuşmamalı. Çok konuşan erkekler genellikle doğru söylemezler. Çok ve boş konuşurdu benimki, yalanları hep sonradan ortaya çıktı. Neyseki boşandık da başımı dinliyebiliyorum"
diye sürdürdü konuşmasını.
Daha birçok "erkek dediğin" sözcükleriyle başlayan cümleler kurdu.




Sokrates, "Evlenin ya mutlu olursunuz, ya da benim gibi filozof" demiş. Sokrates'in karısı o kadar çok konuşurmuş ki, saygıdeğer filozofu çileden çıkarır, başının etini yermiş. Sokrates dayanamamış ve evi terk etmiş. Kendini felsefeye adamış... Bu anekdotu anımsadım. Yukarda sözünü ettiğim kadının -eski- kocasının büyük bir filozof olma potansiyeline sahip olduğunu düşündüm.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

38*

BUGÜN benim doğum günüm. Yarın 38. yaşımdan bir gün almış olacağım. "E ne olmuş yani" demeyin. Önemli bir rakamdır benim için.




ÖNCELİKLE çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Kayseri ilini anımsatır bana; olabildiğince romantik, olabildiğince devrimci, olabildiğince kavgacı yıllarımın... Gittiğim ilkokullar, ortaokul ve lise gözümün önüne geliverir, efkarlanırım. Halen devam eden sağlam arkadaşlıklar. Küçük bir bahçesi olan tuğladan yapılmış evimiz, ilk defa araba kullandığım sokağımız, birkaç yüz metre ilerdeki Emirgan Çay Bahçesi, yağmurda, çamurda maç yaptığımız boş arsa, -şimdi yüksek yüksek binalar dikmişler- her pazar Gırgır dergisi aldığım kırtasiye, sobalı evimizin eksi dereceli sıcaklığında okuduğum romanlar... Yüzlerce anı düşer aklıma, beni en çok hüzünlendiren de bu anılardır. Nerede olursam olayım 38 plakalı bir araba gördüğümde, tarifi imkansız, buruk bir duygu kaplar içimi.




LİSE birinci sınıftayım, iki sıra arkamda , sınıfın belki de okulun en güzel kızı D. oturuyor. D.'nin okul numarası 38. Onu her gördüğümde, konuştuğumda çok heyecanlanıyorum ve her zaman onu düşünüyorum. Herkes benim D.'ye aşık olduğumu söylüyor. Merhaba, nasılsından öteye gitmiyor D. ile konuştuklarımız, duygularımı söyleyemiyorum. Zaten içine kapanık bir çocuğum... Karar verdim, şansım sıfıra yakın olsa da konuşacağım onunla... Bir gün okul çıkışında karşılaştık, cesaretimi topladım ve "D." diye seslendim, "Efendim" dedi. Sözü uzatmadan, "Arkadaş olabilir miyiz" diye sordum. -o zamanlar böyleydi- Yanıtı, "Zaten arkadaşız ya" oldu. Evet doğru söylüyordu, arkadaştık, aynı sınıftaydık, sınırlı olsa da sohbetimiz vardı. Fena sıkışmıştım ama pes etmedim, "Daha ilerisi olmaz mı?" "Hayır Tolga, daha ilerisi olmaz, kusura bakma" diye nazikçe ama kesin konuştu. Ne yapayım, başımı önüme eğip uzaklaştım oradan. Hayatımın ilk aşk kırıklığını yaşamıştım ama üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.




ŞANS oyunlarında 38 rakamı uğurlu gelir bana. Tesadüfe bakın ki okumakta olduğum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanı, "saatleri ayarlama enstitüsü" bu yıl okuduğum 38. kitap.







*Düzyazılarda sayıları rakam ile yazmam ama bu yazıda rakam ile yazmanın daha uygun olacağını düşündüm.
































23 Haziran 2011 Perşembe

YEMEKTEYİZ

"Ezgilimelodi "sen yaz" demiş, hadi yazayım demekle yazılır mı? Deneyelim bakalım nasıl bir yazı olacak:




YAKLAŞIK bir haftadır evde yalnızım, yalnızlığı severim; rahatsız edilmeden, zifiri sessizlikte kitap okumak, televizyon izlemek, bilgisayar başında vakit öldürmek ve en önemlisi başımı dinlemek için yalnızlık birebir. Gelin görün ki yemek konusu başıma bela olur yalnızken...




YEMEK yapmayı pek beceremem. Dışarıda yemek bana göre değildir, özel toplantılarda veya mecbur kaldığımda birşeyler atıştırırım dışarıda, fast-food çeşitlerinin yanına hiç yaklaşmam. Kahvaltılık yiyecekler ile hem doyamam hem de bir iki öğün sonra bıktırır beni.




MAKARNA yapabiliyorum, önceki gün yaptım fena olmadı. Çorba biraz daha zor olsa da yapamadığım bir yemek değil. Pilav yapacaktım vazgeçtim, daha önce yapmayı denediğimde pirinç taneleri birbirine yapışmıştı yer yer, pilav riskini göze alamadım. Kuru fasulye çok sevdiğim bir yemektir ama nasıl yapayım; düdüklü falan giriyor işin içine..."




TOPLUMSAL rolleri gereği, toplumumuzda evde yemek yapma işini çok büyük ölçüde kadınlar ifa ederken, iyi aşçılar zümresinin neden erkeklerden oluştuğunu halen anlayabilmiş değilim.




BİR erkek iyi yemek yapabiliyorsa daha karizmatik oluyormuş, yemek yapmayı becerebilen erkek daha makbulmüş hatunların gözünde, bilmiyorum artık.




BU arada yemek ile uğraşmak depresyona iyi geliyor sanırım, son günlerde keyfim yerinde. Ben bu işi bırakmamalıyım, dolma yapmayı öğrenmeliyim sözgelimi.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

DÖNÜŞ

UZUN zamandır yazmıyorum ve çok az uğruyorum bloglara. Neden mi? Önceki gün iş yerinden bir arkadaşım, "blogda yazılarını okuyamıyoruz, nerdesin" diye sordu. "Depresyondayım" diye yanıtladım; şaka yapmadım ama nedense güldü arkadaşım. Her neyse yeniden yazmaya karar verdim, başlama vuruşunu şu skeçle yapayım:


SABAH Eskişehir yolu üzerinde beni işe götürecek servis aracını bekliyorum, yalnız başıma. Siyah bir Clio yanaştı ve tam da yanımda durdu, yavaşça penceresi açıldı. Yirmi yirmibeş yaşlarında dünya güzeli bir kız. "Nereye gidiyorsunuz, bırakabilirim" dedi. "Bakanlıklara" dedim, ardından sordum, "siz nereye gidiyorsunuz?" "Beşevlere ama istediğiniz bir yere bırakabilirim" diye cevap verdi. "bana uygun değil" dedim ve teşekkür ettim. Uzaklaştı...


OLAYI samimi bir arkadaşıma anlattım, kızın güzelliğinden falan söz ettim. "Binilmez mi o arabaya" dedi. "Nereye giderse gitsin..."

Not: Yazdıklarım kurmaca değildir.

21 Şubat 2011 Pazartesi

GÜNCEL

KAMU çalışanları hafta sonunun gelmesini iple çekerler; tatildir çünkü, erken kalkmayabilirler, gitmek zorunda oldukları bir adres yoktur, aileleri veya arkadaşları ile dilediklerince birlikte olabilirler... Özel sektörde iş yaşamlarını sürdürenler için aynı durum söz konusu değildir, haftanın belirli günleri izinli olarak çalışanlar da vardır, izin gününü önceden kestiremeyenler de...

HALEN çalıştığım kamu kurumundan önce, kısa bir süre çalıştığım haber ajansından ayrılmamın temel nedeni çalışma düzeninin olmamasıydı, bırakın tatil günlerini, tatil saatlerini dahi öngöremiyordum, kendime ayırabildiğim zaman sınırlıydı. Sigortasızlık vb. nedenleri de buna ekleyince çok düşünmeden bıraktım işi. Doğrusunu mu yaptım biliyorum, ajansta devam etseydim yaşayacağım "paralel evreni" bilmem olası değil.

HAFTA sonundan söz ediyorduk, geride bıraktığımız hafta sonu cumartesi gün boyunca evdeydim, en son ne zaman tüm günümü evde geçirdiğimi anımsamıyorum, çok uzun zaman önce olmalı. Vizyondayken izleme fırsatı bulamadığım Çağan Irmak filmi Mustafa Hakkında Herşey'i izledim, güzel bir filmdi, Babam ve Oğlum denli olmasa da etkiledi beni... Vedat Türkali okumaya devam, Mavi karanlık, Tek Kişilik Ölüm, Yeşilçam Dedikleri Türkiye ve okumakta olduğum Kayıp Romanlar'ın ardından sırada Güven var. Cumartesi televizyona hiç yüz vermedim ama bilgisayar başında hatırı sayılır bir zaman geçirdiğimi söyleyebilirim. Pazar günü, iki sezon önce izlediğim ve Blogcu'da bir yazıma konu olan Ankara Devlet Tiyatrosunun oyunu Kerbela'yı ikinci kez görme şansım oldu. Bu kez oyunu izlerken konu üzerinde durmadım, konunun nasıl anlatıldığına yoğunlaştı tüm dikkatim. Eve döndüğümde epey geç olmuştu.
"OFF ya bugün pazartesi! Hafta sonuna daha beş gün var."